Taraftar için transfer dönemleri de tıpkı diğer süreçler gibi bulmaca egzersizlerine benzer. Perde arkasında ne olup bittiğini bilmez, önünüze medya tarafından konan bilgi yığını içinden gerçek ile çöp olanı ayırmaya, yönlendirme çabalarını sezerek kaçmaya, demeçlerden çıkarımlar yapmaya ve nihayetinde gerçekleşenlerden yola çıkarak bir yargıya varmaya çalışırsınız.
Şampiyonluklar kazanılır, kaybedilir, oyuncular, teknik adamlar getirilir, gönderilir, hakemler ve Federasyon kulüp aleyhine döner, sonra düzelir vs ama hep işin bir perde önü bir de perde arkası vardır.
Perde arkalarının gelecekte bir gün ortaya çıkmak gibi bir özelliği vardır ama perde önlerini de küçümsemeyelim; bize gerçekler hakkında kuvvetli ipuçları verirler.
Kulübün mali durumu, transfer bütçesi, transferde izlenecek politika, oyuncu tarama ekibi, teknik adamla yaşananlar, menajerlerle ilişkiler, yönetim üzerindeki baskılar, Federasyon, MHK, PFDK veya medyada olan bitenlerin arkasındaki yozlaşmış ilişkiler, iş dünyasındaki menfaat ilişkileri, hatta bazı dönemlerde siyasetin futbola etkisi gibi detaylı konularda taraftar genelde ya bilgisizdir ya da eksik, kulaktan dolma bilgiye sahiptir.
Bu konularda esas olan yönetimin camia ile iletişimidir. Yani yönetim olan biten hakkında camiayı ne kadar etkin bilgilendiriyor ise saplar ve samanlar o kadar hızlı ayrılır. Yönetimler “miş gibi” yaptığı anda gemi su almaya başlar.
Dolayısı ile konuya taraftar açısından baktığımızda transfer dönemleri aynı zamanda yönetimlerin ak keçi-kara keçi olarak ayrılma dönemleri gibi bir şeydir. Transferde yapılan süreç planlaması ve yönetimi hem Başkan hem de yöneticiler için taraftarın gözünde adeta karne gibidir.
Böyle baktığımızda mevcut Beşiktaş yönetiminin hayal kırıklığı olduğunu düşünüyorum.
Mandzukic’i ya da Balotelli’yi alamadığı için değil, sarışın ikizlerle idrar yarıştırmadığı için hiç değil, Beşiktaş yönetimini ortaya bir strateji koyamadığı için eleştirmemiz gerektiğine inanıyorum.
Neyi kastettiğimi anlatmak için biraz geriye gideyim ve 2012-13 sezonunun başına döneyim.
Yeni Başkan Fikret Orman, Yıldırım Demirören’den aldığı enkazı toparlamak için ortaya bir strateji koydu. Stratejinin omurgası, yerli, maliyeti düşük ama altyapısını Avrupa’nın önemli liglerinde almış genç oyuncuları Beşiktaş’a kazandırmak idi. Oğuzhan, Olcay, Veli, Töre, Cenk zaman içinde takıma katıldı.
Bu takımın başına Beşiktaş’a tazminat sorunu çıkarmayacak, kulübün içinden, ligi bilen, deneyimi olan, taraftarın itiraz etmeyeceği yerli bir teknik adam getirilmesi de stratejinin bir parçası idi. Böylece Samet Aybaba Beşiktaş’ın hocası oldu.
Sezona da “Feda” adında bir slogan bulundu. Bu da stratejinin camiaya anlatılmasında yardımcı oldu. Takım iyi oynadığı için maç sonrası yapılan sembolik menemen seansları takıma olan sempatiyi artırdı. Bu sayede Beşiktaş ile özdeşleşmiş olan tevazu kavramı öne çıkarılabildi. Bu bence, teknik adam ile kadro arasındaki uyum kadar yönetimin daha başta yola çıkarken bir stratejisi olması ve onu kamuoyuna etkin aktarma yolunu bulmuş olması ile ilgili bir gelişme idi. Zira böylece, taraftar önündeki tabakta ne yemek olduğunu bilerek sofraya oturuyordu.
Yoksa öyle dört başı mamur bir kadrodan bahsetmiyoruz. O takımın kadrosu da sistemin şımarık ikizlerinin gerisinde gösteriliyordu. Misal, golcüsü Holosko idi. Necip vardı, yabancıları sarılara göre daha “isimsiz” idi. O kadro mütevazi idi ama arkasında bir düşünce yatarak atılmış temeldi. Beşiktaş taraftarı, tutarlı bir planınız varsa mütevaziliği en rahat anlatabileceğiniz taraftar grubudur.
Böylece, umutsuz Beşiktaş bir anda ligin maçları en heyecanlı geçen takımı oldu. Herkes o takımın, sarılar için kurulan kurtlar sofrasında şampiyon olamayacağını biliyordu ama sistem daha ikinci haftadan önlemini almış, Gs’yi 3-2 yenmek üzereyken Beşiktaş’ın önüne hakemini çıkarmıştı işte…
Çünkü Beşiktaş’ta ayağa kalkacak potansiyel hep vardı. Önemli olan bu potansiyeli nasıl harekete geçireceğine karar vermiş olmandı.
Nitekim, hemen ardından Bilic’in Beşiktaş’ı bu temelin üzerine ilk katları çıkmaya başladı. Demba Ba gibi lüks bir transferle kıyafet değişti. Bilic de hem teknik yönden hem de dünya görüşü olarak Beşiktaş için biçilmiş kaftandı. O Beşiktaş 2015’te sarılara yeniden meydan okuyunca sistem yine önünü kesmek zorunda kaldı. Son dört hafta Bilic’in vidalar da atınca Beşiktaş şampiyon bitirebileceği bir sezonu dört haftada teslim etti ama yönetim sıfıra dönme hatası yapmadı.
Kat çıkılmaya devam edilen kadro zenginleştirildi ve Şenol Güneş’e teslim edildi. Artık genç, yaşlı, yıldız, sıradan, yerli, yabancı derken denge kurulmuş, neredeyse eksiksiz bir kadro ile mücadele ediyorduk. İki sezon boyunca öyle bir Beşiktaş izledik ki, tadı hala damağımızda. O Beşiktaş işi abartıp CL’de ülke tarihinin en iyi grup performansını sergiledi, UEFA Kupası’nda yarı finali penaltılarda kaybetti. Lig dominasyonunu da iki sezonun ötesine geçirme sinyalleri verince sistem yeniden “çok oldun” dedi ve Beşiktaş’ın önüne geleneksel mayınlarını döşedi.
Fikret Orman yönetiminin 3 Mayıs sürecinden sonraki başarısızlığı ve transfer gelirlerinin kullanımındaki soru işaretleri bu yazının konusu olmadığından uzatmayacağım ama anlatmak istediğim şu… Öyle bir Beşiktaş düşünün ki, Yıldırım Demirören gibi tarihi bir fiyasko sürecinden çıktıktan üç sezon sonra ülke futbolunu domine ediyor, Avrupa’da ilerlemeye başlıyor.
Öyle bir takım ki, gelen değerini üçe beşe katlayarak gidiyor. Cenk Tosun’un transfer rekoru hala kırılamıyor, Tosic bile 5 milyon Euro kazandırıyor. Hatta 2016-2018 arası kadrolarına bakarsanız muhtemelen ülke futbol tarihinin en kariyerli, isabetli, etkin yabancı oyuncu ekibini göreceksiniz.
Bence bu sürecin en önemli belirleyicisi yönetimin yola çıkarken yaptığı analizin yüksek isabet oranı idi. Evvela yönetim şunu bilerek yola çıktı: Beşiktaş, iki sarıdan farklı bir kulüptür ve benzer yollarla başarılı olamaz. Yani başarı Beşiktaş’ın kucağına inmez. Beşiktaş başarılı olacaksa doğru hamle yapacak, doğru strateji koyacak, doğru takım kuracaksın. Potansiyeli ancak böyle ortaya çıkartırsın.
Ve bu bilinçle seçilen yol, belirlenen strateji 3 Mayıs sürecine kadar tavizsiz uygulandı. Her sezon temele kat çıkıldı. Doğru strateji, doğru oyuncu ile ve daha da önemlisi her sezon artan vitese göre doğru teknik adam seçimi ile desteklendi. Ne zaman ki yönetim sistemin kendisini yolun dışına itmesine karşılık ortaya bir strateji koyamadı ve “miş gibi” yapmaya başladı, gemi battı!
Elli yaşındayım. Beşiktaş’ın süreklilik gösteren başarı dönemlerinde önce bu yönetsel tutarlılığı gördüm sonra da aynı yönetimin sistemin döşediği mayınlardan kaçamayarak patladığını.
Bugüne dönelim…
Gene enkaz, gene “isim” olarak tatmin etmeyen oyuncular, gene hakemlerin daha ikinci haftada “ceeee” demesi, gene Beşiktaş’taki her şeyi olumsuz gösteren Fb borazanı medya, gene bozuk mali yapı, kısıtlar, ayak bağları vs… Çok sayıda benzerlik var. Peki ne yok?
Bana göre eksik olan iki şey strateji ve iletişim.
Beşiktaş yönetiminin işbaşına geldiği günlerdeki mevcut koşullara vereceği reaksiyona dair bir planı olmadığını ve bu nedenle camiayı ikna edecek bir hikayeyi, verecek bir sloganı üretemediğini düşünüyorum.
Taraftar bekler… Normaldir. İçinde her yaştan, eğitim seviyesinden, türden insan olan 15-20 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. Önemli olan yönetimin bu kitleyi kafasındaki plana ikna etmek için ne yapacağını bilip bilmediği?
Sahiden, nedir yönetimin planı? Ana hatları ile ortaya konabilen bir plandan bahsedebilir miyiz?
Misal, yönetim dedi ki: “Beşiktaş’ın parası sokağa atılmayacak ve diğer kulüpler sahtekarlık yapsa da Beşiktaş limitlere uyacak.”… Çok güzel, kimse itiraz etmez. Ancak, bu aynı zamanda mali kriterler ile pahalı kadro arasında bir açmaza düşmek demek. İşte bence çatırdama burada başladı. Yönetim, Fikret Orman dönemi hedefleri ile yola çıktı ama bolca Yıldırım Demirören dönemi davranış modelinin örneklerini verdi. Biz aslında Mandzukic, Kalinic, Balotelli isimleri ile oyalanmamalıydık. Baştan, aylar öncesinden bu yol kesilmeliydi. Beklenti şiştikten sonra bu yoldan dönmek zor. Son gün bile hala Mandzukic haberleri vardı. Artık yarın taraftara “Mandzukic’i getiremedik Larin ile idare edin” demek zor. İkna treni kaçtı.
Misal, yönetim maliyeti yüksek oyuncuları göndermek istedi değil mi? O halde en kısa zamanda göndermek lazımdı. Vida ve Ljajic’te yapıldığı gibi her hafta çağırıp “ya ücretini indir ya da git” dedikten sonra hafta sonu onbire koyarsan adamlar da gelir daha sezon başı lastiğini patlatır. Diğer yabancılar için de durum böyle. Evet, bu oyuncuların kontratını bu yönetim yapmadı ama bu gerçeği veri alarak yönetime gelmediler mi? O halde bunların yerine bir B planı çerçevesinde daha az maliyetli daha az “isimli” oyuncuları hazırlasalar ve bu oyuncuları en kısa sürede yollasalar (ideal olmasa da) şimdiki durumdan daha iyi olmaz mıydı?
Misal, altyapıda Ajax modeli dediler. Tamam biliyoruz; bu ülkede altyapı sürekliliği diye bir şey olamaz, o kadar uçmayacağız elbette ama en azından altyapıdan yukarıya doğru toplu bir hareketlilik görseydik? İlk onbirin yarısından bahsetmiyorum tabii ki ama gelinen noktaya bakalım bir… Rıdvan tek kazancımız. Kartal diye bir çocuk vardı, artık yok… Ersin ışık göstermesine rağmen bana göre zaten olmayacak (kaleci mevkii fasikül tutacak bir tartışma konusu). Hepsi bu… Üstelik, altyapıda ismi parlayan oyuncuları Alanyaspor’a vermek böyle bir hedefle ne kadar bağdaşıyor, tartışılır.
Misal, Umut Nayir’in gönderilmesi bile kadro mühendisliği açısından sorunlu geliyor bana. Hem yabancı sayısını düşürmek isteyeceksin hem de Larin’i oynatmak için genç ve en azından ruhuyla oynayan bir yerlini göndereceksin. Tamam, Umut bangır bangır bir oyun oynamıyordu belki ama şu Larin’i Umut’a tercih etme kararını verdiren ne olabilir gerçekten?
Ve beni asıl hayal kırıklığına uğratan teknik adam seçimi. Açık konuşayım, Sergen Yalçın’a iletişim becerisi ve pratik zekası nedeniyle kafadan güvenmiştim. Ancak, PAOK, Antalya, Rio Ave, Konya ve G.Birliği maçlarındaki onbir seçimleri, değişiklikler, gereksiz oyuncu ısrarları teknik konularda ortaya çok sayıda soru işareti çıkmasına yol açtı.
Benim gördüğüm, bunlar hep yönetimin baştan doğru strateji belirlememesi (hatta bırakın doğruyu bir strateji bile belirlememiş olması) ile plansızlığın yarattığı savrulmalar yüzünden camia ile etkin iletişim kuramamasının sonuçları oldu.
Aslında gösterildiği kadar kötü bir kadromuz yok ama plansızlık yüzünden heba edilmiş zamanda tamamlanamayan hayati eksikler var. Hatta Mensah, Abou Bakar, Josef gibi iyi sayılabilecek transfer hamleleri, Hasic’in potansiyeli bile bu kaotik ortamda gürültüye gitti denebilir.
Bugün o toz duman içinde şöyle bir cümle duydum: “Beşiktaş’ta golcü transferi zaman yetmediği için yapılamadı.”… Transfere ayrılmış aylardan bahsettiğimiz şu sezon için kurulmuş bu cümle transfer tarihimizin en talihsiz ve zavallı cümlesidir, iflas ilanıdır. Ancak, bence bir o kadar da doğrudur ve içinde olduğumuz plansızlığın yol açtığı savrulmanın tek cümlelik özetidir.
Başarı için diğer kulüplerden çok daha fazla stratejiye ve emeğe ihtiyacı olan Beşiktaş plansızlık yüzünden baştan kaybetti gibi görünüyor.
Üstelik şimdi ortaya bir de Sergen Yalçın ile yönetim arasında “bomba kimin kucağında kalacak” çekişmesi başlamış görünüyor. Daha, yarın işler es kaza biraz yoluna girse ve Beşiktaş kıpırdansa böyle hazırlıksız bir yönetimin, medya ve hakemler tarafından takımın önüne konacak engeller karşısında ne kadar etkin olabileceği gibi koskoca bir soru işareti var.
İnşallah yanılırım ama düşünceme göre şu anda plansız bir yönetime sahip olmamız nedeniyle yanlış bir oyuncu grubu yanlış bir teknik ekiple çalışıyor.
Bu da demek oluyor ki… Güle güle 2020-21!
Cengiz Gürsel